Geçen yüzyılın sonlarına doğru 1 (bir) mega piksellik ilk dijital makinemi (Sony Cyber-shot DSC-D700) aldığımda yepyeni bir dönem başlamıştı benim için. Çektiğim fotoğrafın neye benzediğini anında görebiliyordum; fotoğraf başına maliyet sıfıra inmişti; “abi sesli de çekiyor mu?” sorusuna göğsümü gere gere “evet” cevabını verebiliyordum, ama en önemlisi fotoğraf makineleri artık en iyi bildiğim dili, yani bilgisayar dilini konuşmaya başlamışlardı. Bütün iş akışı benim doğal yaşam ortamım olan bilgisayar ortamında gerçekleşiyordu.
O günlerde imaj kalitesi filmin çok çok altındaydı ama kart delerek program yazmaya başlamış bir bilgisayar mühendisi olarak çok kısa zamanda filmin imaj kalitesini yakalayacağından hatta geçeceğinden emindim. Sonraki yıllar hep daha yüksek mega piksellerin, daha yüksek ISO değerlerinin, daha yeni yazılımların, daha hızlı bilgisayarların ve daha yüksek kapasiteli disklerin peşinde geçti. Ekipman kıyaslamaları yapan blogları her gün takip ediyor, yeni çıkan bir makineyi alana kadar uyuyamıyor, yanımda fotoğraf makinesi olmadan sokağa çıkamıyordum. Ta ki bir gün bilgisayarımda sadece 4 yaşındaki oğlumun on binlerce fotoğrafı olmasına rağmen elimde tutabileceğim bir tane bile düzgün fotoğrafı olmadığını fark ettiğim güne kadar. Böylece aylarca sürecek bir projeye başladım; oğlum Alp’in her sene için yaklaşık 250 fotoğrafını seçip, bunları siyah-beyaz işleyerek inkjet baskılarını arşivlemeye karar verdim.
Dışarıda yaptırdığım baskılardan memnun olmayınca alabileceğim en iyi yazıcının ve bana en uygun kağıdın peşine düştüm. Baskılar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayınca karanlık odada baskı yaptığım eski günleri hatırladım ve o günleri çok özlediğimi fark ettim. Yeniden bir karanlık oda kurmak imkansızdı ama en azından yeniden film çekmeyi deneyebilirdim. Üniversite yıllarında kullandığım 30 yıllık Canon A1’im kaldığı yerden tıkır tıkır çalışmaya başladı. Ancak çektiğim filmlerin banyosunu yaptıracak yer bulmakta epeyce zorlandım, ne de olsa artık film kullanan çok az fotoğrafçı kalmıştı, yılların laboratuvarı REFO bile DİFO olmuştu.
İlk rulolar banyodan geldiği zaman bu işi de benim yapmam gerektiğine karar verdim. Kısa zaman içinde çok daha fazla analog çalışır olmuştum; analog fotoğrafla ilgili dergileri ve blogları da daha yoğun takip etmeye başlamıştım. Ian Ruhter’in seyrettikten sonra hayatımın akışını değiştiren Silver & Light videosuna işte o günlerde rastladım.
Profesyonel bir reklam fotoğrafçısı olan Ian Ruhter bir gün ilk fotoğraf tekniklerinden biri olan wet collodion ile tanışır ve kendini o kadar kaptırır ki sonunda işini gücünü bırakıp bütün birikimliyle bir kamyoneti devasa bir fotoğraf makinesine dönüştürüp yollara düşer ve bugüne kadar yapılamamış büyüklükte inanılmaz wet collodion fotoğraflar yapmaya başlar. Fotoğraf tarihinden wet collodion hakkında hayal meyal bir şeyler hatırlıyordum ama yirmi birinci yüz yılda bu tarihi tekniği kullananlar olduğundan haberim yoktu. Bu kısa videodan ve orada gördüğüm fotoğraflardan o kadar etkilendim ki, orada onlarla beraber olmak istedim. O kadar çok istemişim ki, tesadüfler arka arkaya geldi ve birkaç ay sonra Ian Ruhter kamyonet fotoğraf makinesiyle benim fotoğrafımı çekiyordu ve bana wet collodion tekniğini öğretiyordu.
Ancak, Türkiye’ye dönünce zor günler beni bekliyordu. Gerekli kimyasalları temin etmek bile aylar sürdü. İş başa düşmüştü ve tabii ki hiçbir şey eğitimdeki gibi kolay yürümüyordu, bir türlü doğru dürüst bir görüntü elde edemiyordum. Neyse ki yardımıma yıllarını wet collodion ve diğer tarihseltekniklere adamış olan Quinn Jacobson’ın kitapları, videoları ve online eğitimi yetişti. Plakalarda görüntüler oluşmaya başladıkça artık biliyordum ki uzunca bir süre wet collodion ve diğer tarihsel tekniklerle uğraşacaktım.
Tarihi tekniklerle çalışmanın beni en çok cezbeden tarafı, fotoğrafçının sürecin başından sonuna kadar kendi başına olması, hiçbir teknolojiye bağımlı olmadan tamamen kendi üretimi olan bir iş ortaya çıkartabilmesi. Dijital fotoğrafta başkalarının geliştirdikleri teknolojilere o kadar bağımlı bir hale geldik ki, sürecin sonunda ortaya çıkan işin arzu ettiğimiz şekilde olabilmesi için bağımlı olduğumuz teknolojileri düşündüğümüz zaman dehşete düşebiliriz: son çıkışı aldığımız yazıcıdan, baskı kağıdının kaplamasına, kullandığımız yazılımlara ve fotoğraf makinesinin sensöründen objektifine onlarca sistemin düzgün çalışmasına bağımlıyız. Bunlardan biri düzgün çalışmasa elimiz ayağımız kesilir. Bir de alışmış olduğumuz yazılımların veya cihazların üretiminin durması sorunu var. Yakın zamanda Google birkaç yıl önce satın aldığı Nik Software filtrelerinin geliştirilmesinin sona erdiğini açıkladı. Dünya çapında birçok profesyonel fotoğrafçının iş akışında en önemli halkalardan bir olan Nik filtreleri muhtemelen Photoshop’un ileri bir sürümü ile uyumsuz hale gelecek ve artık kullanılamayacak. Bu filtrelerle işlenmiş fotoğrafların ileride yeniden işlenmek üzere açılıp açılamayacağı ise henüz bilinemiyor.
Analog fotoğrafta da benzer sorunlar yaşıyoruz. Her geçen gün yeni bir film çeşidinin üretimi duruyor ve o filme alışmış olan fotoğrafçılar ortada kalıyor. Oysa ki tarihi tekniklerde kullandığımız filmi ve kağıdı bile temel kimyasalları kullanarak kendimiz yapıyoruz. Teknik özgürlüğün yanı sıra tarihi tekniklerin beni en çok tatmin eden yönü ise ortaya çıkan her fotoğrafın el emeği ile üretilmiş benzersiz bir obje olması.
Yıllarca fotoğrafla uğraşmama ve çevremden gelen bitmek bilmeyen taleplere rağmen bir türlü bir sergi açacak kadar fotoğrafı bir araya getiremedim. Nihayet wet collodion ile yoğun olarak çalıştığım bir buçuk yıla iki kişisel, bir de uluslararası karma sergi sığdırabildim. Tarifi mümkün olmayan büyülü bir dönem yaşadım; belki de düşten uyandığımı zannederken başka bir düşe kapıldım …